 |
Allah katında
din İslam'dır! |
|
PROF. DR.
RAMAZAN AYVALLI
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Hadis.Öğr.Üyesi ve Bilimdalı Başk.
Allahü teâlânın, mahlûkâtına olan merhameti,
ihsanı, nimetleri o kadar çoktur ki, bunu ancak sonsuz kelimesiyle
ifade edebiliriz. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat,
huzur içinde, kardeşçe yaşamaları, ahirette de sonsuz saadete,
bitmez-tükenmez nimetlere kavuşmaları için, yapılması lazım olan
iyilikleri ve sakınılması lazım olan kötülükleri, Peygamberlerine,
Cebrail aleyhisselam ismindeki melek vasıtasıyla bildirmiş, bunları
bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir. Bu
kitaplardan yalnız Kur'an-ı kerim bozulmamış, diğerlerinin hepsi,
maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir.
Hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan nimetlerinin en
büyüğü, “Peygamber”ler ve “Kitap”lar göndererek onlara sırât-ı
müstakîmi, doğru yolu, Cennet yolunu göstermesidir. Yüce Allah,
Hazret-i Âdem’den (aleyhisselâm) beri, insanları ebedî saâdete
kavuşturmak için, muhtelif zaman ve zeminlerde pek çok peygamber
göndermiştir. Bunların 6’sı “Ülü’l-azm”, 313’ü “Resûl”, 124.000’den
ziyadesi de “Nebî”dir. Bütün Peygamberler, hep aynı iman ve i’tikad
esaslarını bildirmişler, hepsi de insanları ebedi kurtuluşa dâvet
etmişlerdir.
Bilindiği gibi, bazı Peygamberler belli bir zaman dilimine, bazıları
muayyen bir coğrafi bölgeye, bazıları da belli bir kavme
gönderilmiş, bunların dünyadaki
zamanları dolunca, getirdikleri ahkâmın yürürlük müddetleri de
bitmiştir. Fakat âhır zaman Nebîsi Muhammed aleyhisselam’ın
getirdiği hükümler kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir. Onun
âhirete intikalinden sonra da, her memlekette ve her devirde ona tam
tâbi olan âlim ve velî zâtlar bulunmuş ve bunlar da Peygamberimizin
vârisleri olarak insanların din ve dünyâ saâdetine ulaşmaları için
çalışmışlardır. İslam ve Türk tarihi boyunca dünyaya hükmeden
sultanlar, pâdişâhlar bile doğruyu onların vasıtasıyla bulmaya
çalışmışlar, mânevî sultanların onlar olduklarını görmüşler, onların
irşad ve nasîhatleri ile devlete, millete ve bütün insanlığa çok
faydalı hizmetler yapmışlardır.
Sahabe-i kiram ve Tâbiîn devrinden başlayarak geniş İslâm dünyâsı
içinde birçok alim ve veli gelip geçmiştir. Bu büyük alim ve
velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ
sevilen ve sayılan, nasihat ve tavsiyelerinden istifade edilen,
hayatları örnek alınan kimseler olmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi
insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır.
Mâzîsini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları
ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli
buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara maruz kaldıkları
asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve
nasîhatleri, hâl ve hareketleri ile kerâmetlerini öğrenmek, hem zevk
ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebep olacaktır.
Asr-ı Saâdet’ten sonra, târih boyunca insanlığa huzurlu devirler
yaşatmış olan Emevîler, Abbâsîler, Karahanlılar, Gazneliler,
Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçuklular, Osmanlılar ve daha birçok
İslâm devletinin sultanları, hep bu büyüklerin rehberliğinde
insanlık alemine hizmet etmişler, yeri gelince atlarının
arkalarından gitmişler, bâzen onlarla berâber savaşlara
katılmışlardır. Onlar, duâ ordularının kumandanları ve dertlerin
mânevî tabipleridirler.
Dost-düşman herkesçe bilindiği gibi, başta Sevgili Peygamberimiz,
bilahare mübarek Halifesi Hazret-i Ömer tarafından Ehl-i Kitaba
verilen ahid-nameler olmak üzere, Osmanlılar döneminde ise Fatih
Sultan Mehmed Han gibi zevatın Hıristiyanlara verdikleri eman-nameler,
Müslümanların diğer din mensuplarına olan müsamahasını, hoşgörüsünü
ortaya koymaktadır. Tarih boyunca gelmiş-geçmiş İslam devletleri
zamanında Hıristiyanların, hainlik yapmadıkları müddetçe,
Müslümanların içinde nasıl rahat yaşadıkları çok açık bir şekilde
ortadadır. Bu kitapta bununla ilgili belgeler de gözler önüne
serilmektedir. Ayrıca Misyonerlik faaliyetleri üzerinde
durulmaktadır.
Bizim de zaman zaman makalelerimiz, derslerimiz, konferanslarımız,
radyo ve televizyon konuşmalarımızda üzerinde durduğumuz vechile,
genel bir tarif yapmak gerekirse, henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş
olan ülkelerde, çeşitli faaliyetler halinde yürütülen Hıristiyanlık
propagandasının her türüne “misyonerlik”, bu işlerden herhangi
birini yapan kişiye de "misyoner" denir. Misyonerlerin çok değişik
metodları varsa da, ana hatlarıyla söylemek gerekirse, bugün, başta
Kitab-ı Mukaddes ve İnciller olmak üzere çeşitli kitap, dergi,
gazete ve broşürlerin, audio ve video kasetlerin, CD ve DVD’lerin
dağıtılması, dil kursları, radyo, televizyon ve internet
aracılığıyla muhtelif yayınların yapılması şekliyle sürmektedir.
Ayrıca bizim ülkemizde, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük
şehirler başta olmak üzere, muhtelif vilayetlerde kurdukları
yayınevleri ve pek çok ilde mevcut kiliselerinde görevli olan
kişilerin şifahi çalışmaları,
"kilise-ev"lerinde ve diğer normal ev sohbetlerindeki
propagandalarıyla da devam etmektedir. Hıristiyan batı kültüründe
“misyonerlik” adı verilen faaliyetin târihi, Hıristiyanlık dîni
kadar eskidir. Bu faaliyette bulunan papaz, râhip ve çeşitli
Hıristiyan din adamlarına “misyoner” denilmiş ise de misyoner
aslında, Hıristiyanlık dînini yayma gayreti içinde olan her kişinin
genel adıdır.
Her müslümanın i'tikadı şöyledir ki, bugün Nasranilik veya
Hıristiyanlık diye adlandırılan İsevilik, Allahü teâlâ tarafından
Îsâ aleyhisselâma gönderilen hak bir din (semavi bir din) idi.
Hazret-i Îsâ, otuz üç yaşında, diri olarak göğe kaldırılınca,
Havârîler etrafa dağılıp, bu yeni dîni yaymağa çalıştılar. Îsâ
aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra Yahudîler tarafindan
sinsice değiştirildi. Pavlos adındaki bir Yahudî, Hazret-i Îsâ’ya
inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek,
gökten inen İncil’i yok etti. Dört kişi (Matta, Markos, Luka,Yuhanna)
ortaya çıkıp, on iki Havârîden işittiklerini yazarak, İncil adında
dört kitap meydana getirdiler. Fakat Pavlus(Pavlos)’un yalanları,
bunlara da karıştı. Uydurma İnciller zamanla çoğalarak, her yerde
başka bir İncil okunur oldu.
Bugün dağıtılan İncillerde, yukarıdaki şahısların adlarını taşıyan
ve birbirinden bir hayli farklı dört İncil’den başka, Elçilerin
İşleri başlıklı 28 bölümlük bir kısım, Romalılara mektup (16 bölüm),
Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektubu (16 bölüm), Korintlilere
İkinci Mektup (13 bölüm), Pavlus’un Galatyalılara Mektubu (6 bölüm),
Pavlus’un Efeslilere Mektubu (6 bölüm), Pavlus’un Filipililere
Mektubu (4 bölüm) gibi 21 mektuptan oluşan uzun bir kısım da
vardır.,
Burada, önemine binaen, açıkça belirtmemiz gereken bir husus var:
Şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, tarih boyunca, hayatı, sadece
sene ve ay bazında değil, hafta, hatta gün bazında olmak üzere, en
ince teferruatıyla ele alınan ve ortaya konulan zat, şüphesiz ki,
Peygamber Efendimizdir. Alemlere rahmet olarak gönderilen, kainatın
baştacı, ebedi rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine
borçlu olduğumuz, müstesna şahsiyet, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i
Muhammed Mustafa (aleyhis-selam) hakkında söz söylemek ve yazı
yazmak aslında bizim gibi acizlerin haddi değildir. Ama burada,
münasebet düşmüşken, sadece bereketlenmek için, ondan bir nebze
bahsetmeye çalışacağız. Çünkü hadîs-i şerîfde, “Allahü teâlâ bir
kuluna yazı ve söz san'atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün,
düşmanlarını kötülesin” buyurulmuştur.
Bir şair diyor ki: "Her vasfı ki, imtiyazı haiz,
Tarih onu vasfederken aciz."
Peygamber efendimizin şairlerinden Hassan b. Sabit (r.a.)'in sözü ne
kadar manidar: "Ben, Muhammed Mustafa (aleyhis-selam)'dan
bahsederken, onu medhediyor değilim; bilakis ondan bahsetmek
suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum."
Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin (k.s.) kelamı da çok
manalıdır: "Ben, alemler genişliğinde bir ağız isterim, ta ki,
meleklerin bile gıpta ettiği o zattan söz edebileyim."
Burada Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manası
şöyledir: "O, beşerden bir beşerdir, fakat taşlar arasındaki yakut
taşı gibidir."
Bu şiirin diğer bir varyantı ise şu şekildedir: "Muhammed aleyhis-selam
bir beşerdir, fakat gelişigüzel bir insan değildir. Aslında o bir
yakut, diğer insanlar ise taş gibidirler.”
Burada yine yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, İslâmın birinci
şartı, bilindiği gibi, Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhis-selam)
îmândır. Ya'nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmektir.
İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin
efendisi olan Muhammed aleyhis-selâma tâbi' olmağa bağlıdır. Ona
tâbi' olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi
öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhis-selâm’a tâm ve
kusûrsuz tâbi' olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır.
Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek,
onu beğenmeyenleri sevmemektir. Tabii ki sevgi ve nefret kalpte
olur. Dinimizin gereği, zahiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli
ve güler yüzlü olmak lazımdır.
Her mü'minin, Resûlullah’ı çok sevmesi lâzımdır. Onu çok seven, onu
çok zikreder, anar, çok över. Bir hadîs-i şerîfte de, “Birşeyi çok
seven, onu çok anar” buyuruldu. Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu
konusunda, pekçok islâm âlimi birçok kitap yazmıştır. Çünkü, başta
Sahih-i Buhari olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir
hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve
herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya'nî o
kişinin îmânı olgun olmaz. Hadîs-i şerîfin diğer bir rivayeti de
şöyledir: “Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün
insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz.” Allahü tealâ’yı
sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi vâciptir. Ayrıca onun yolunda
olan sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.
Allahü teala, bir insanda bulunabilecek görünür-görünmez bütün
iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri habibinde
toplamıştır. Onun güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsanı,
ikramı o kadar çoktu ki, herkesi hayran bırakırdı; görenler ve
işitenler seve-seve müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir
işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur
görülmemiştir.
Okuyuculara doğruları öğreten, onları şaşırtmayan ve yanıltmayan,
genel kültürlerini arttıran kitaplara, dergilere, gazetelere,
ansiklopedilere, CD ve DVD’lere, velhasıl doğru ilmi eserlere, her
ülkede, her zamanda ve hele günümüzde büyük ihtiyaç olduğunda şek ve
şüphe yoktur. Şüphesiz ki, milli kültürümüzü yüceltecek bilgileri
ihtiva eden tarihî, coğrafî, fennî, tıbbî, dinî ve benzeri
kaynakların yayınlanması, onlardan nakiller yapılması, milletimizin
ve memleketimizin istikbali açısından çok önemlidir.
Babadan evlada, yazardan okuyuculara bırakılacak en kıymetli mirasın
ilim ve ilmi eserler olduğunda şüphe yoktur. Biz, bu kitapta, kendi
insanımızın dinine, diline, vatanına, coğrafyasına, tarihine,
ilmine, irfanına, edebiyatına, zevk ve güzel ahlakına ağırlık
verildiğini, bunları yeni nesillerimize, çocuklarımıza ve
torunlarımıza aktarmak mecburiyetinde olduğumuzun ifade edildiğini
görüyoruz.
Medyada zaman zaman misyonerlerin faaliyetlerine dair muhtelif
yazılar, konuşmalar ve açıklamalar yer almaktadır. Bunun yanında
“DİYALOG”la ilgili çalışmalar da göze çarpmaktadır. Biz, bu vesile
ile ifade edelim ki, asla ve kat’a “dinler veya medeniyetler
çatışması”ndan yana değiliz. Çünkü tarihte Müslümanlarla
Hıristiyanlar arasında cereyan eden “HAÇLI SEFERLERİ”nin nasıl
milyonların ölümüne, mamur
ülkelerin harap olmasına sebep olduğunu bilmeyen yok gibidir.
Tarihen sabittir ki, haçlı seferlerini maalesef Hıristiyanlar
başlatmıştır. Hatta tarihteki hemen hemen bütün muharebelerde
Müslümanlar nefsi müdafaada bulunmuşlardır. Modern dünyada harbe
taraftar olan hiçbir aklı başında kimse yoktur. Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği dağılınca hür dünyada herkes çok sevinmişti.
Ama ne yazık ki beklenen barış ortamı doğmadı. Tek kutuplu kalan
dünyada hakim olan Hıristiyanlar, bugün için zayıf olan Müslümanlara
yüklenmeye, zulmetmeye, ülkelerini işgal etmeye başladılar. Ayrıca
çeşitli hilelerle Müslümanları dinlerinden döndürmek için çok kesif
çalışmalara başladılar. Halbuki yegane bozulmayan hak din olan
İslamiyetin mensupları ile muharref dinler olan Yahudilik ve
Hıristiyanlık müntesiplerinin elele vererek çalışabilecekleri birçok
saha vardır. Mesela uyuşturucu, alkolizm, fuhuş, rüşvet,
dolandırıcılık, terör, zulüm, her çeşit ahlaksızlık, ateizm,
işsizlik, fakirlik gibi -daha pek çok şeyi sayabiliriz- birçok
konuda iş ve güç birliği yapabilirler, bunlara karşı beraber
mücadele verebilirler. Ama maalesef durum böyle değil.
Değerli gazeteci-yazar Mehmet Oruç beyin bu çalışmasında,
“Dinlerarası Diyalog”la nereye varılmak istendiği, bu işleri
kimlerin üstlendiği delilleriyle ortaya konulmaktadır. Daha kitabın
başındaki I. Bölümde, Papa II. Jean Paul, Papa VI. Paul, Pietro
Rossano, Francis Arinze, Watt, R.Arnaldez, Louis Massignon, Papaz
Thomas Michael, Buttiglione gibi Hıristiyan şahsiyetlerin diyalog ve
hoşgörü ile neyi kasdettikleri, onların sözlerinden nakiller
yapılarak belirtilmiş, İslamiyetteki hubb-i fillah ve buğd-ı fillah,
emr-i ma’ruf ve nehy-i münker prensipleri üzerinde durulmuştur.
Kitap içerisinde, okunduğu zaman görüleceği gibi çok faydalı konular
vardır. Ayrıca bütün milletimizin, bilhassa gençlerimizin
istikbalini alakadar eden güzel mevzular da bulunmaktadır.
Yazarın objektif davrandığı, belgeler ışığında hareket ettiği
gözlenmektedir. Tabii ki din gayreti de açıkça görülmektedir. Bu
durum gayet normaldir; çünkü her din mensubu, kendi dininin doğru
olduğuna inanır, bunu ortaya koyar ve müdafaa eder, hatta etrafa
yaymaya çalışır.
Bu eserin bütün okuyuculara, bilhassa istikbalimizin ümidi olan
gençlere faydalı olması, milli ve mânevî hayâtımızı kuvvetlendirmesi
başlıca temennimizdir. Gayret bizlerden, muvaffak kılmak ise yüce
Allah’tandır. |